dersolsun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
dersolsun etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kahve Yerine Çay İçmemiz İçin 5 Neden



   Anadolu'nun her yanına sohbetiyle, sıcaklığıyla yayılmış bir kültürümüz var: Çay. Nereye giderseniz gidin hep çayla karşılanırsınız. Bu kültürün güzelliği bilimsel olarak da kanıtlanmış. Sebeplerini duyunca hak vereceksiniz. Ama sebeplerine geçmeden önce şunu da belirteyim; burada çayı karşılaştırdığım kahve Türk kahvesi değil.

Sıvı İhtiyacını Daha İyi Karşılar 

     Kahveyle çayı karşılaştırdığımızda çayın vücutta sıvı ihtiyacını çok daha iyi bir şekilde karşıladığını söyleyebiliriz. Çünkü çay sadece bitkilerle çeşnilendirilmiştir ve sıvı ihtiyacını anında karşılar. Ancak kahvede durum öyle değildir. Kahvenin içindeki suyun vücut tarafından emilmesi daha uzun sürecektir.

Daha Uzun Süre Zinde Tutar

     Çoğumuz kahvenin kafein miktarının çok daha fazla olduğunu biliriz. Hatta bu sebeple uyanık kalmak istiyorsak kahve içeriz. Aslında bu tam bir efsaneymiş. Kahve çayın kafein miktarının aynı olduğu araştırmalarla ortaya çıkmış. Hatta çayın sağladığı enerji takviyesinin daha uzun süreli olduğu ispatlamış. Kahve içtiğimizde aldığımız hızlı kafein aniden enerjimizin yükselmesine ama bir o kadar hızlı düşmesine sebep oluyor. Çaydaki kafeinin emilimi yavaş yavaş olduğu için daha uzun süre enerji veriyor. Yani sabahları güne başlamadan önce kesinlikle çay...   

Daha Fazla Antioksidan

     Kahvede mi yoksa çayda mı daha fazla antioksidan vardır? Cevabınız çoğunluk gibi kahve olduysa yanıldınız. Günümüzde üreticiler, çayın yararlarını arttırmak amacıyla, çaya daha fazla antioksidan ekliyorlar. Demek ki çaylar bol antioksidanlı. 

Diş Sağlığına Daha Yararlı   

     Kahve de çay da diş sağlığı için mükemmel içecekler değil elbette ama günde tüketilen bir ya da iki fincan çay dişlerinizin flüorür düzeyini dengede tutarak, dişlerinizin sararmasına engel olacaktır. 

Stres Seviyenizi Düşürür  

     Kahve kalp atışlarınızı hızlandırırken çay sizi yatıştırır ve beyninizi rahatlatır.  Çay için, stresten uzak yaşayın.

     Daha bahsedemediğimiz kemikleri güçlendirmesi, bağışıklık sistemini güçlendirmesi gibi bir çok özelliği var çayın. Güne çayla başlamak gerek. Öğlen çayla bir mola vermek, akşam sohbet ederken bir çay içmek gerek.

Kaynakça: Bütün Dünya Dergisi 2016/4

Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

İnsan Beyninin Uç Noktaları - Alzheimer ve Diğerleri



     Bir düşünün; bir gün sabah uyandığınızda bileğinizde metal bir bilezik buluyorsunuz. İncelediğinizde üstünde şu notu görüyorsunuz: “Bellek kaybı.” Elbette büyük bir şaşkınlık yaşarsınız. Ama belki de bu hissi, aynı bileklik için bininci defa yaşıyorsunuz. Şaşkınlığı üstünüzden attıktan sonra kahvaltı yapıyorsunuz. Sonra televizyonun karşısına geçiyorsunuz. İzlediğiniz programın ilk dakikalarını çoktan unutmuş, konu bütünlüğü olmadan,  sadece o anda izlediğiniz saniyeleri anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Kahvaltı yapmadığınızı düşünüyor ve tekrar kahvaltı yapıyorsunuz. Sonra televizyonun karşısına tekrar…Tanıdığınız insanlar o odada bulunanlarla sınırlı. Onlarla da yeni tanıştığınızı düşünüyorsunuz. Aralarında çocuklarınız olsa da…

Unutanlar


     National Geographic yazarı Joshua Foer de bellek kaybı yaşayan E.P.’yi incelemiş. 85 yaşındaki emekli laboratuar teknisyeni E.P. en son ne düşünmüşse onu hatırlıyor. Bir virüs E.P.’nin beyninde elma kurdu gibi çalışmış. Hipokampus zarar görmüş. Sadece çocukluğunu çok iyi hatırlıyor.   

Zeka Geriliği mi?


     Aya henüz ayak basılmadığını, benzinin litresinin ABD’de 25 cent olduğunu söylese de suyun kaç derecede kaynadığı, Brezilya’nın hangi kıtada olduğu, yemeklerin neden pişirildiği, neden tarih okutulduğu gibi sorulara zekice cevap veriyor. Kısacası bu insanların zeka ile problemi yok, beyindeki her şeyi kaydeden kısmı virüs yok ettiği için sadece hatırlayamıyorlar. E.P. her zaman güler yüzlü. Kızının söylediğine göre “Her zaman mutlu. Çok mutlu.”

Unutamayanlar



     Aslında insan hafızası bilim kurgu filmlerini zorlayacak kadar olağanüstü. Beyindeki nöronlar arasında sinaptik bağlantılar vardır. Yeni bulgulara göre her bir sinaps 4.7 bit'lik bilgi saklayabiliyor. Bu da beynin kapasitesinin 1 petabayt yani  1,000,000,000,000,000 bayt olduğunu gösteriyor. Daha net anlaşılması için şu örneği verebiliriz; Aşağıda gördüğünüz fotoğraf ABD Kongre Kütüphanesi’ne ait. Bu kütüphanenin basılı koleksiyonu kapasitesi 32 Trilyon Bit'tir.  


       
     41 yaşındaki kadın (A.J) 11 yaşından beri yaşadığı her günü saniyesi saniyesine hatırlıyor. Tıpkı Yağmur Adam filmine konu olan ve yaklaşık 12.000 kitabı ezberlediği söylenen Kim Peek gibi bir zihne sahip. Mükemmel bir özellik dediğimiz konu hakkında A.J. şöyle söylüyor : "Sabah saçımı kuruturken hangi günde olduğumuzu düşünüyorum. Ve zaman geçirmek için son yirmi yılı aklımdan geçiriyorum-aynen bir günlüğün sayfalarını karıştırır gibi...Ben oturup da bunları ezberlemiyorum. Bir şekilde biliyorum o kadar. Güzel şeyleri hatırlamak iyi bir şey. Ama kötü şeyleri de hatırlıyorum, her türlü hatalı tercihimi de...Tüm yol ayrımları, karar vermek zorunda kaldığım anlar ve on yıl geçmiş olsa da hala onlar üzerinde kafa yoruyorum. Pek çok şey için kendimi affetmiyorum."    

     Demek ki her şeyi hatırlamamız kendimizi kendimizden korumaya yönelik vücudumuzun bir otokontrolü. Şimdi karar verin bakalım; E.P. mi şanslı A.J. mi? Sanırım ben ikisinin de yerinde olmak istemezdim. Ama öncelikle A.J.'nin...

Alzheimerı Önlemek - Hafızayı Geliştirmek İçin

Stresten uzak durun:

     Araştırmalar sıkıntı ve kaygının beyni olumsuz etkilediği konusunda hemfikir. Bunun için stresten uzak durmaya çalışın. Tabi mümkünse :) 


Akıl Oyunları veya Sürekli Öğrenme:

     Bulmaca çözen, satranç oynayan veya diğer zihinsel oyunları oynayanların, bu faaliyetleri gerçekleştirmeyenlere göre iki daha fazla alzheimerdan korunduk gözlenmiştir. Bulmacalardan nefret edenler için okuma-yazma ve matematik tavsiye edilmekte.

     Rockefeller Üniversitesi'nen Fernando Nottebohm kanaryalar üzerinde yaptığı araştırmalarda şöyle bir sonuca ulaşmış; Kuşlar yeni bir şarkı öğrendiğinde, yeni besinler bulduğunda ya da yeni eşlerle buluştuğunda ölen beyin hücrelerinin yerini yenileri alıyor. Hepsine katılıyorum ama yeni eşlerle buluşma olayı kafanıza çeşitli materyallerle vurulmasına ve bütün beyin hücrelerinizi kaybetmenize sebep olabilir :) Kanaryalar kuş beyinleriyle bize güzel bir ders vermişler; sürekli öğrenin :)

Beslenmeye Dikkat:

    Besinsiz kalan beyin sorunları da beraberinde getiriyor. Örneğin Türkiye'de açlık grevi yapan M.A. ,  B vitamini eksikliğine bağlı olarak gelişen 'Wernicke-Korsakoff' sendromu sebebi ile uğruna açlık grevi yaptığı davayı bile unutmuş. Hastalığın şiddetine göre yaşadığınız son 20-30 yıl silinebiliyor.
    
    Uzmanların beyin hücrelerini yenilemesi için tavsiye ettiği besinlerse antioksidan içerikli. Bunun yanında düzenli egzersiz de olmazsa olmazlar arasında.

Uyku Şart:

    Nörofizyoloji uzmanı R.Stickgold "Öğrenme öncesinde ve sonrasında iyi uyuyamamak, yeni anıları kodlamayı zorlaştırır." diyor. İyi bir gece uykusu ders sonrası motor belleği %30'a kadar iyileştiriyormuş. Öğrenci kardeşlerimize de duyurulur...

  




Kaynakça : National Geographic, Kasım 2007.
                   http://www.sabah.com.tr/teknoloji/2016/01/23/iste-insan-beyninin-kapasitesi
                   http://www.hemensaglik.com/makale/alzheimer-hastaligini-onlemenin-5-yolu
 

    


Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Aşk Dokunur Mu?


     Bu ayakkabılar günümüzde Güney Kore’de iki roman ve bir belgesele ilham kaynağı olmuş, hakkında operalar düzenlenmiş. Peki ama insanları bu kadar etkileyen nedir?

     Güney Kore’de Andong kentinde konut yapımına karar verilir. Ancak konutların yapılacağı yerde bir mezarlık vardır. Mezarlığın başka bir yere taşınmasına karar verilir. Kazılan mezarlarda bir ayakkabı yanında notla birlikte bulunur. Notu dul bir kadın yazmıştır. 16.yüzyılda. Tam olarak 1 Temmuz 1586’da. Ayakkabıları yapan da o kadındır. Kendi saçından ve kenevir kabuğundan ördüğü ayakkabıları kocasının mezarına yerleştirmiş.

     Bıraktığı notta ise şunlar yazıyor: “İkimizin de saçları ağarıncaya dek benimle yaşamak istediğini söylerdin. Bensiz nasıl ölüp gidersin?”

     Sonra, aşkın zamanı da mekânı da aştığını belirten şu cümleleri yazmış : “Gizli gizli gel bana. Söyleyecek çok sözüm var ama daha fazla yazamayacağım. ”    


     Çiftle ilgili operalardan birini yöneten Prof.Park Chang-gun da şöyle söylemiş: “Zamanı aşan bir eser. İnsanları gözyaşına boğuyor.”




Kanyakça : Nat.Geo.Kasım 2007 Sayısı
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

İstiklal Marşı'nın Kabulü ve Bilinmeyenleri


Her devletin bir ulusal marşı vardır Bizim de ulusal Marşımız Mehmet Akif Ersoy'un yazmış olduğu, 12 Mart 1921’de kabul edilen İstiklal Marşı'dır.

Peki Cumhuriyet öncesinde ulusal marş neydi?


Osmanlı Devleti zamanında bir milli marş yoktu. Bu durum daha çok askeri alanda sıkıntıların yaşanmasına sebep oluyordu. Aslında bunun bir de trajikomik bir hikayesi vardır. Reşadiye zırhlı gemisini teslim almak için İngiltere'ye giden denizcilerimiz İngilizlerin marşlarının ardından bir ulusal marş okumak zorunda kalmışlardır. Ancak Türk askerinin hep bir ağızdan söylediği İngiliz askerinin de saygı duruşunda dinlediği, bir ulusal marş değil “Entarisi ala benziyor, Şeftalisi bala benziyor” isimli türküdür. Sanırım ilk ulusal marşımız bir türkü olmuş.


Neden bir marş yazılma gerekliliği duyulmuştur?


Bence yukarıda yazılı sebep bile bir ulusal marşın yazılması için yeterlidir. Kurtuluş Savaşı devam ederken İsmet İnönü 1920 yılının sonlarında Maarif Vekaletine askerin güç ve moral bulması için bir milli marş hazırlanması önerisini sunar. Maarif Vekaleti de bu marş için 500 lira ödül vereceğini duyurur.


Yarışmaya kimler katılmıştır?


Milli marş için Maarif Vekaleti’ne 724 şiir gönderilir. Şiir gönderenler arasında Tunalı Hilmi Bey, Kazım Karabekir Kemalettin Kamu, Rıfat Ilgaz gibi önemli kişiler vardı. Şiirler beğenilse de büyük bir heyecan uyandıramaz. Mehmet Akif Ersoy konulan para ödülünden rahatsızlığını dile getirerek yarışmaya katılmaz. Mehmet Akif Ersoy'un milli marş için şiir yazmasını çok isteyen Hamdullah Suphi Tanrıöver para ödülünün kaldırıldığını Mehmet Akif Ersoy'a söyler. Mehmet Akif Ersoy da şiiri kaleme alır.

İstiklal Marşı'nın kabul edilmesi


Türkiye Büyük Millet Meclisi kazanan şiirin belirlenmesi için 12 Mart 1921 günü toplanır ve yapılan toplantıda Hamdullah Suphi Tanrıöver ilk olarak Mehmet Akif Ersoy'un şiirini okur. Şiir öylesine bir coşku yaratır ki tekrar tekrar okunması istenir. Öteki şiirler artık okunmayacaktır bile. İstiklal Marşı kabul edilmiştir.

Peki ödüllü ne olmuştur?


Mehmet Akif Ersoy ödül olarak konulan 500 lirayı “Dar ül-Messi” adlı bir hayır kurumuna bağışladığını duyurur.

İstiklal Marşı'nın bestesi neden bu kadar yavaştır?


Mehmet Akif'in şiiri 10 kıta olduğundan tümünün beslenerek törenlerde kullanılması olanaksızdı Bu nedenle ilk iki kıtanın marşta yer almasına karar verildi 1924 yılında alınan kararla Ali Rıfat Çağatay'ın bestesi 6 yıl boyunca marş olarak çalındı. Ancak sonrasında Zeki Üngör'ün bestesi marş olarak kabul edilmiştir. Besteyi yapan Zeki Üngör de marşın cenaze marşı gibi bestelenmiş olmasından Süleyman Tarman’ın “Atatürk ve Müzik” adlı kitabında şu sözlerle şikayetçi olduğunu okuruz:
“Ben İstiklal Marşı'nı bestelerken kulaklarımda İzmir'e koşan atlıların Dört Nal Sesleri vardı. Birde marşın bugün aldığı şekli düşünün. Başında metronom 80 olan bir eser hiçbir zaman cenaze marşına benzemez.”

Aslında yaşanan problem şudur; Zeki Üngör stüdyoda orkestrayla marşı çalar. Ancak teknisyenler marşın çok süratli olduğunu ve plağın yarısını doldurduğunu söylerler. Geri kalan kısım için başka bir marş çalınmasını isterler. Zeki Üngör bunu kabul etmez. Marşı ağır bir şekilde yeniden çalacağını, böylece plağın dolacağını söyler. Dinlerken de gramofonun hızının arttırılması ile  beste'nin gerçek haliyle dinlenebileceğini düşünür. Ancak kimse marşı çalarken gramofonun hızının arttırılması gerektiğinin farkında değildir ve marş günümüze kadar böyle gelmiştir.


Mustafa Kemal'in en çok sevdiği İstiklal Marşı dizeleri


Mustafa Kemal Atatürk şiirin bestelenmesi için kurulan komisyon üyelerinden İsmail Habip Sevük’e şunları söylemiştir:
“İstiklal Marşı'nın uzun olmaması konusunda mutabıkız söylendiği ve çalındığı zaman herkesi uzun uzun ayakta tutması elbette doğru olmaz. Ancak bu marşın İstiklal davamızı anlatışı cihetinden büyük bir manası vardır. Benim en beğendiğim parçası da budur. Siz ise bu parçayı marştan çıkarmaya karar vermişsiniz:

'Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklal'

Benim bu milletten daima hatırlanmasını istediğim vecizeler işte bunlardır.

Mustafa Kemal bu konudaki isteğini komisyon üyelerine kabul ettirmeye çalışmamış, düşüncesini dile getirmiştir. Sadece bu küçük örneğin dahi Atatürk'ü diktatör olmakla suçlayanların düşüncelerini çürüttüğünü söyleyebiliriz. Ayrıca Atatürk'ü 'din düşmanı' diye tanımlayanlara da bu dizelerde yer alan 'Hakk'a tapan' kelimesi güzel bir cevaptır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

"Size bir kurum tarif edeceğim bana hangi kurum olduğunu söyleyin"


Can Bolat bir konuşmasında şöyle diyor;

“Size bir kurum tarif edeceğim bana hangi kurum olduğunu söyleyin;
İnsanların dört duvar içerisinde tutulduğu,
Geniş bir avlusu olan,
Etrafı büyük duvarlarla çevrili olan,
Bazen dikenli telleri olan,
İnsanların belirli aralıklarla avluya çıkmasına izin verilen,
İmza ile içeriye girdiğiniz,
Her gün yoklama yapılan,
Müdür tarafından yönetilen,
Koridorlarında nöbetçiler olan,
Çıkarken çok mutlu olduğunuz.”

Tahmin etmesi çok zor olmasa gerek.

Çok değerli Öğr.Gör. Mehmet Yapıcı ise bir makalesinde “Okul, hemen hemen hepimiz için ‘coşku ile geri dönmek için’ gidilen bir yerdir.” diyor.

Okulları bu kadar itici kılan eminim anlayış eksikliğidir.
Beklentilerin çok yüksekte değil imkansız olanda tutulmasıdır.
Veliler ve öğretmenler tarafından verilen imkansız görevler…
Zaten yapamayacağı bu görevleri yerine getiremeyen öğrenciyle dalga geçilmesiyle de okulun hapishaneden pek bi farkı kalmaz.

Hiçbir araç olmadan uçamadığınız için bir kuş tarafından “gerizekalı” olarak nitelendirildiğinizi veya beş dakika suyun altında kalamadığınız için bir balık tarafından “salak” olarak nitelendirildiğinizi düşünseniz ya. Ne tuhaf olurdu.   

Bir kaç örnek vermek gerekirse;
Örneğin Prof.Dr.N.Senemoğlu ergenlik döneminden bahsederken şöyle söylüyor;

“Bu dönemde, birden bire hızlı büyümenin etkisiyle ergende vücut koordinasyonunda yetersizlikler, psiko-motor becerilerde acemilikler gözlenebilir…yemek tabağını düşürme, herhangi bir aracı tamir ederken kırma vb. davranışlar görülebilir. Ana-baba ve öğretmenler, ergenlik dönemindeki bu özelliğin farkında olarak, onu becerisizlikle suçlamamalı; ergenin kendini algılayışı üstünde olumsuz bir etkiye neden olmamalıdırlar.”

Mesela Piaget de 4-7 yaş aralığındaki çocuklar için şunları söylüyor;

“Gerçek olaylar onun zihninde birbirine karışır, gerçek ve kurguyu ayırt edemeyebilir. Yalancılıkla suçlanmamalı.”


Kaynakça: Öğretmenler İçin Piaget İlkeleri,
                   Gelişim, Öğrenme ve Öğretim Prof.Dr.Nuray Senemoğlu
                   Mehmet Yapıcı – Asık Suratlı Okul (http://www.universite-toplum.org/text.php3?id=298)
                   Özgür Bolat (https://www.youtube.com/watch?v=89J3u6zBndE)

Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

"Mustafa Kemal'in Fasulye Ayıklamasını Görmelisin"

   
   

     Trablusgarp Osmanlı toprağıdır. Vatan toprağıdır. Söz konusu vatan olunca Mustafa Kemal de  gönüllü olarak düşmüştür yola. İskenderiye'de hastalanır. Bir müddet hastanede yatar. Daha sonra arkadaşları Mehmet Nuri (Conker) ve Ahmet Fuat (Bulca) gelir yanına. Beraber Trablusgarp için savaşmaya gidecekler.

     Bu sırada Nuri Conker'in Salih Bozok'a gönderdiği bir mektup beni gerçekten çok etkiledi. Çektikleri bunca zorluğa rağmen ne kadar fedakarca davrandıklarını bu mektubun satır aralarında buluyoruz. 

  Kardeşim Salih,
İskenderiye'deki işlerimizi bitirmek ve yolculuk için gerekli malzemeyi hazırlamak için iki hafta kaldık 29 Kasım 1911’de İskenderiye’den trenle beş-altı saatte Ebü’l-Haccac istasyonu’na geldik. Bu istasyon trenin bitiş noktasıdır. 1 Aralık 1911 Cuma, yani bayramın birinci günü. buradan atlara binerek batıya doğru yola çıktık. Sekiz gün sürekli yürüdük Eşyalarımız develerde yüklüydü. Yürüdüğümüz arazi, Mısır içlerinde çöldür. Bugün sınırı geçtik. Mısır'dan Bingazi toprağına geçmiş oluyoruz. Artık tehlike kalmadı. Buradan sonra iki günlük uzaklıkta. Resuldefne mevkiine gideceğiz. Sağlığımız yerindedir. Gündüzleri, bazen de geceleri yürüyoruz. Geçtiğimiz yollarda yerleşim yeri adına hiçbir şey yok Tek tük bedevi Arap çadırlarından başka bir şey gömüyoruz. Kaçak olarak, Mısır gibi yabancı ülkede hareket ettiğimizden, yerleşim yerlerinden sürekli uzak bulunmak zorundaydık. Geceleri çadırda yatıyoruz; yemeğimizi kendimiz pişiriyoruz. Mustafa Kemal'in fasulye ayıklamasını görmelisin. Aşçıbaşımız Fuat’tır. Re'süldefne'den sonra Derne'ye mi, yoksa Bingazi’ye mi gideceğiz, orada belli olacaktır. Bizi kesinlikle merak etmeyin. Bu gece sının geçtiğimizden, bütün gece boyunca yürüdük. Şimdi bir kuyu başındayız. Çadır kurup uyuyacağız. Bu mektubumu Mısır'a gitmekte olan bir Arap’la gönderdim. İskenderiye’den postaya verecektir. Allahaısmarladık 
                                                                                                          Mehmet Nuri

Siz ne mükemmel insanlarsınız..
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

'ACEMİ' Sözü Nereden Gelir? İlk Otomobil


Osmanlı topraklarına ilk otomobil 1895'te Basra Mebusu Zehirzade Ahmet Paşa tarafından getirilmiştir.
Yıldız Sarayı'nda görevli seyis Abdurrahman Bey bu işi bırakarak otomobili kullanmaya başlar.
Halk heyecanla otomobilin gelip geçişini bekler. 
Otomobil gelirken de birbirlerine 'Acem' geliyor derler.
Bunun sebebi, Abdurrahman Bey İran kökenli olduğu için "Acem Abdurrahman" olarak adlandırılmasıdır.
"Acemi" kelimesinin kökeni de buraya dayanmaktadır. 



Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

“ÇİZMEYİ AŞMA” Deyimi Nereden Geliyor?



Efesli Ressam Apelles, Büyük İskender’in resimlerini yapmakla ün salmıştır.
Apelles tablolarını halka sunup bir perdenin ardından yapılan yorumları dinlemeyi çok severmiş.
Bir gün sergiyi gezen bir ayakkabı ustası tablada yer alan insanların ayakkabılarını eleştirmeye başlar.
Ayakkabıcının eleştirilerini dinleyen bir kalabalık oluşur. Apelles de iyice kulak kabartır.
Ayakkabı ustası eleştirilerine sanat ve teknik yönden devam edince Apelles gizlendiği perdenin ardından bağırır;
“Efendi, haddini bil, çizmeden yukarı çıkma!”
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

9 Eylül - İzmir'in Kurtuluşu


Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu, Bu ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti. Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:
- Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir.
Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı.
- O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.
Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Ahmet..



Ahmet.
Üstü başı kir içinde.
Ayakkabıları çamurlu.
İlkokul yıllarında daha.
Annesi bu şekilde okula gidilemeyeceğini söyler.
Dinlemez annesini.
Evden çıktığı gibi sınıfa girer.
Öğretmeni gelir ve daha bütün çocuklar ayaktayken
“Ahmet, çabuk eve git ve üstünü başını düzeltip öyle gel!” der.
Öğretmeni annesidir.
Çaresiz evin yolunu tutar.
Ahmet büyür.
O gün evinden çıktığında ise amacı;
Soğuk kış sabahında, eşi ve çocukları üşümesin diye, arabayı ısıtmaktır.
Arabanın kaputuna bırakılan bombanın patlamasıyla hayatını kaybeder.
Tam adı: Ahmet Taner Kışlalı’dır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Ünlü Birinin Yakını Olmak


Öncelikle Altan Erbulak'ın kim olduğundan bahsedeyim. 
Ünlü karikatürist, oyuncu, gazeteci. 1929 Erzurum doğumlu.

İnönü Stadyumu'nda oynanacak Galatasaray-Fenerbahçe maçına girmek isteyen bir kişi elinde Altan Erbulak'ın kartını tutmaktadır.
Tribünler tıklım tıklım dolu olduğu için kapılar saatler öncesinde kapanmış.
Kapının önü çok kalabalık.
Kapıdaki aksi görevli ise kimseye taviz vermemektedir.
Elinde Altan Erbulak'ın kartını tutan adam görevliye yaklaşır ve kartı uzatarak;
"Bunu size vermemi istediler."der.
Görevli şaşırır, kartta şöyle yazmaktadır;
"Kart hamili yakinimdir, maça alınmasını rica ederim."
Görevli kapıyı adama derhal açarken çevreden gelen tepkilere "Duymadınız mı yahu, adam Altan Erbulak'ın yakını" der. 

Aslında elinde kartla içeriye giren adam Altan Erbulak'ın ta kendisidir.
Peki neden böyle bir şey yapmıştır?
Çünkü bir önceki Galatasaray-Fenerbahçe girmek için aynı görevliye "Ben Altan Erbulak" diye kendisini tanıtsa da görevli karşısında duran 1.64 boyundaki adama "Sahtekar, koskoca Altan Erbulak böyle mi olur?" demiştir.

Sanırım bazen bir kişinin yakını olmak kendisi olmaktan daha etkili oluyor.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Dalmaçya'dan Osmanlı'ya...


Dalmaçya. Nadin kenti.
Joseph. Kimsesiz, ahırda çalışan, çıplak ayaklı bir çocuk.
Dul bir kadın çocuğun bu haline görünce çok üzülür.
Ölen kocasının ayakkabılarının yanında anne şefkati de verir küçük çocuğa.
Yıllar sonra büyüyen çocuk, Maria isimli bu kadına ağzı mühürlü bir torba gönderir.
Mührü açan Maria gördüğüne inanamaz;
İçleri altın dolu bir çift ayakkabı. 

Peki Joseph nasıl bu kadar zengin olmuştur?
Çalıştığı ahırın konağına İstanbul’dan bir misafir gelir.
Gelen misafir çocuğun kimsesiz olduğunu öğrenince çocuğu İstanbul’a götürmeye karar verir.
İstanbul’da Devşirme Ocağı’na teslim eder.
Joseph artık Yusuf olmuştur.
Çalışkanlığı ve zekasıyla burada da dikkati çeker.
Saray-ı Hümayun’a gönderilir.
Padişahın silahlarını korumak, bakımını yapmak, törenlerde de taşımakla görevlendirilir.
Silahtar Yusuf  Paşa sürekli padişahın yanında bulunur.
Sultan İbrahim, Yusuf  Paşa’yı Kaptanıderyalığa getirir.  
Hatta tarihçiler tarafından ‘deli’ olarak adlandırılan Sultan İbrahim kızını dillere destan bir düğünle Yusuf  Paşa’ya verir.
Tarihte bu evliliği unutulmaz kılansa düğün töreninin gösterişi değil,
Yusuf  Paşa’yla evlenen Fatma Sultan’ın henüz üç yaşında olmasıdır.

‘Deli’ İbrahim tüm yalvarmalara rağmen Yusuf Paşa’yı Girit’i alamadığı gerekçesiyle öldürtür.
Ve cesedine bakarak şöyle der;
“Ne güzel kırmızı elma gibi yanakları varmış, yazık oldu, kıydım.”
Böylece Fatma Sultan da dört yaşında dul kalan bir çocuk olarak tarihe geçer.

 Sunay Akın’ın ‘Bir Çift Ayakkabı’ kitabından yararlanılmıştır.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Anadolu'da Bir Köy



Anadolu köylerinden biri.

Kadın kocasıyla çoktan uyumuş. Daha doğrusu kocasının uyumasını beklemiş. Çünkü kesin kararlı; bu gece dışarıda bekleyen aşığıyla evden kaçacak. Yeni bir hayat kuracaklar. Gece pencereden bahçeye atlayıp koşmaya başlamışlar. Soluklanmak için verdikleri ilk molada, kadın ayakkabısının içinde evden kaçtığından beri kendisini rahatsız eden şeyin ne olduğunu anlamak için ayakkabısını çıkartmış. Elini ayakkabının içinden çıkardığında gözlerine inanamamış; bir tomar para.
Parayı koyan, her şeyin farkında olan, Aşık Veysel’dir. Ve şöyle der; “Bu kadının bende emeği var, çamaşırlarımı yıkadı, banyoda sırtımı sabunladı, önüme sıcak çorba koydu…Yaban elde muhtaç olmasın.”

1952'de Aşık Veysel'in hayatını film yapmak istemiş Metin Erksanla Bedri Rahmi Eyüboğlu. Ama sansür kurulunun bir çok engeliyle karşılaşmışlar. "Karanlık Dünya" demişler filme. "Karanlık dünya mı olur?" diyerek "Aşık Veysel'in Hayatı" olarak değiştirmişler. Tarlaların göründüğü sahnelerdeki başakları çok kısa ve cılız bulunca "Türk topraklarının böyle bereketsiz olamayacağı" gerekçesiyle makaslamışlar. Yerine Amerika propagandası için çekilen filmlerden kesilen gür ve bereketli hasat sahneleri eklenmiş. Aşık Veysel'in hayatında Amerika'nın Hudson Ovası görüntüleri.
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Kara Salih Çavuş – Büyük Kahraman


Balkan’da, Çanakkale’de, Suriye’de savaşmış bir kahraman
-neden çarşaf giyip kırıta kırıta yürüdüğünü,
-cephaneyi neden tabuta koyup cenaze namazı kıldıklarını,
-dişlerinin, tırnaklarının neden tek tek söküldüğünü kendisi anlatıyor.


Kara Salih Çavuş’a büyük bir minnet borçluyuz.    

“Balkan’da vuruştuk. Çanakkale’de Mustafa Kemal’in idaresinde Arıburnu’nda süngü hücumu yaptık. Hepimiz Mustafa Kemal’e hayrandık. Ne emir verse yapmaya hazırdık. Ölümü bile göze alıyorduk. Öl dese ölürdük. En beklenmedik anlarda Mustafa Kemal’i karşımızda görünce sonsuz bir cesaret kazanıyorduk. Arıburnu’nda kimse onun sözünden çıkmadı. Zaferi kazandık.

Sonra beni Suriye’ye gönderdiler. Bir de baktım yine Mustafa Kemal’in emrindeyim. Nasıl sevindim, anlatamam. O başımızda oldukça yenilmeyeceğimizi biliyorduk.

İstanbul’dan döndükten sonra bir gün beni Mustafa Kemal’in çağırdığını söylediler. Çok heyecanlandım Ve kalkıp gittim. Demek ki Mustafa Kemal bizi unutmamıştı. Şişli’deki evine gittim. Mustafa Kemal’in yaveri orada elime bir mektup verdi. Mektup gizli örgütte çalışan Nizamettin Bey’e yazılmıştı. Adresini verdiler, kalkıp gittim. Teşkilat herhalde benim kim olduğumu biliyordu. Karşımdaki tanımadığım kişi bana, 'Gel oğlum,’ dedi. 'Sen, güvenebileceğimiz bir insansın. Sana yeni görevler vereceğiz.’ “Emriniz olur." dedim. Beni bir odaya aldılar. Odada bir masa vardı. Beni masanın başına getirdiler. Masanın üzerinde bir Kuran, bir sancak, bir de tabanca duruyordu. Üçüne birden el bastık ve hayatımız pahasına da olsa sır vermeyeceğimiz: yemin ettik. Gizli görevim böyle başladı.

O zaman İstanbul’daki esas mesele Anadolu’ya silah kaçırmaktı. Bu iş için çeşitli girişimler yaptık. Sarayburnu'nda Fransızların cephane deposu vardı. Bir gün Aziz Hüdai beni çağırtarak bu depoyu boşaltacağımızı bildirdi. Bana verilen görev, gece ve gürültü çıkarmadan nöbetçiyi öldürmekti. Bir-iki gün deponun civarında dolaşarak nöbet saatlerini tespit ettim. Nihayet son gece üzerime bir çarşaf giyerek Sarayburnu’na yollandım. Deponun önünde Senegalli bir asker nöbet bekliyordu. Kırıta kırıta nöbetçinin önünden geçiyordum. Kim bilir kaç zamandır gözü dönmüş olan zenci dayanamayarak üzerime yürüdü. Çarşafın altına gizlediğim kılıcı çektiğim gibi zavallı nöbetçiyi yere serdim. Adamın ne kabahati vardı; ama... Bütün arkadaşlar da pusuda bekliyorlardı. Bir anda koca cephaneliği sahildeki Nazif kaptanın motoruna naklettik. Fakat zencinin cesedi bütün işi bozabilirdi. Onu da cephaneliğe naklederek, kalan cephaneyle birlikte havaya uçurduk. Ve mesele kapandı gitti.

İstanbul’da daha bir yığın işler gördük. Her gün Anadolu’ya oluk gibi cephane akıtıyorduk. Fakat en son boşalttığımız Davutpaşa cephaneliği yakalanmama sebep oldu.

Davutpaşa’daki silahları Yüzbaşı Ata Bey’in evine götürmüş, oradan dışarı yolluyorduk. Fakat her defasında yeni yollar bulmak lazımdı. Son hadisede silahları bir tabuta koyarak evden çıkarmıştık. Cenazenin Yusuf Paşa Camii’nde namazını kıldırdık. Tabut oradan Anadolu’ya nakledilecekti. Fakat müezzin efendi bizi ihbar etmiş, basıldık. Hepimiz darmadağın olduk. Ben de yakalandım. Damat Ferit imzalı bir teskereyle muhakemesiz idamımıza karar verildiği bildirildi.

İş bu kadarla kalsa gene iyi. Sen ne söylüyorsun beyim, tam 22 gün beni konuşturmak için yapmadık işkence bırakmadılar. Bak, bugün ağzımda tek diş yoktur. Bütün dişlerimi teker teker söktüler. Sonra sıra tırnaklarıma geldi. Evvela ellerimde, sonra ayaklarımda tek bir tırnak bırakmadılar. Sonra ayağımın altına çivi çaktılar. Bugün hâlâ iki parmağım tutmaz. Kış günü çırılçıplak havuza attılar. Yemediğim dayak kalmadı. Öbür dünyaya kaç defa gidip geri geldik. Bugün artık bedavadan yaşıyoruz.

Bereket versin teşkilatta bir Ömer Bey varmış. Onun vasıtasıyla Ereğli’ye kaçırıldım. Ondan sonra da istiklal Harbi’ne katıldık. . . Orada da Mustafa Kemal’in emrinde çalıştım. Düşmanı perişan ettik. Gazi’yi yine sık sık görüyordum. Beni Çanakkale’den ve Suriye’den hatırlıyordu. Çakmak çakmak gözleriyle bana bakıyor, ‘Zafere ulaşacağız.’ diyordu.”
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Hatay ve Atatürk - Hatay'da Türk Askeri Nasıl Karşılandı?




     Bilirsiniz, Hatay'ın anavatana katılması hemen gerçekleşmemiştir. Fransızların işgalinden sonra ayrı bir Hatay Devleti kurulmuş. İlk ve son cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen, başbakanı da Abdurrahman Melek olmuştur.

     Abdurrahman Melek, Atatürk'ün Hatay'ın anavatana katılması konusunda ne kadar çok uğraştığını, hatta hastalığına rağmen güney illerine seyahatler düzenlediğini anlatıyor.
"Gazi Paşa'nın Adana'ya gelişlerinde yapılan törene biz de siyah bayraklarla katıldık. Karalar giymiş bir kız, 'Paşam bizi de kurtar!' diye bağırınca, Gazi Paşa, 'Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz!' diye cevap verdi. Bayram ettik."

     Abdurrahman Melek'in 'Bayram ettik' sözü aslında bize Atatürk'ün tek bir sözüyle ne kadar büyük işler başarabileceğini ve halkın da buna yürekten inanmış olduğunu gösteriyor.

     Zaten Atatürk de bu konuda şöyle diyor; "Ben memleketi hiçbir zaman savaşa sürüklemem, fakat Hatay meselesi benim vazgeçilmez bir davam olmuştur. Gerekirse bunu kendi başıma halletmek için zorda kalırsam hemen devlet başkanlığından ve hatta mebusluktan istifade ederim."

     Sonrasında Abdurrahman Melek Türk ordusunun Hatay'a girişini şöyle anlatıyor;
   
    “23 Haziran’ da Orgeneral Asım Gündüz’ün başkanlığında bir Türk heyeti Hatay’a geldi, yer yerinden oynadı.

     25 Temmuz sabahı Binbaşı Süleyman’ın komutasındaki bir Türk taburu Payas sınırını aşarak Hatay’a girdi. Şehirlerden, köylerden binlerce insan sınıra hücum etmişti. Heyecandan ağlayanlar, askerlerin ayaklarına kapananlar, dua edenler vardı. Bir buçuk saat sonra da alay kumandanı Şükrü Kanatlı’nın komutasındaki Türk askeri Hatay topraklarına girdi ve halk görülmemiş bir coşkuyla askerleri selamladı. Askerleri karşılayanlar arasında Ermeni cemaat reisleri de vardı. Şükrü Kanatlı onlara iltifat ederek yüzlerini güldürdü. Türk askerlerinin geleceğini duyunca göç etmeye kalkan Ermenilere artık güven gelmişti.

     Herkes askerleri görmek için koşuyordu. Yüz bini aşan bir kalabalık yollarda Türk askerini alkışlıyordu. Fransız taburu da Türk askerlerine selam durdu. Her yer, 'Yaşasın Türk askeri, yaşasın Atatürk!’ sesleriyle inliyor, kurbanlar kesiliyor, insanlar askerlerin ayaklarına kapanıyordu. Bu coşkuyu hayatım boyunca unutamayacağım."

Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Sabiha Gökçen'i Öğretmeni Sınıftan Atar, Atatürk de Başyaverini Okula Gönderir ve...

   


 Anasını ve babasını kaybetmiş, Yunanlılar Bursa’yı işgal ettiği için de okula gidememiş, ancak on iki yaşında ilkokula başlayabilmiş bir kız Sabiha. Görmeyi çok istediği Mustafa Kemal de o vakit gelmiş Bursa’ya. Sabiha Gökçen o andaki heyecanını şöyle anlatıyor;

     “Ben Atatürk’ün yanına koşa koşa gittim. Tabii büyük bir heyecan içindeyim. Atatürk küçüklerle konuşurken onların düzeyine inmesini bilen biriydi. Benim heyecanımı çarçabuk yok etti.”

     Atatürk’ün “Peki seni evlat alırsam, benimle gelir misin?” sorusuyla hayatı değişmiş. Sabiha, Atatürk’ün diğer manevi kızları Zehra ve Rukiye ile aynı okula gitmiş. “Ben Atatürk’ten gördüğüm şefkati kendi ailemden görmedim…Her akşam köşke döndüğümüz zaman Atatürk derslerimizle meşgul oluyordu.” diyerek memnuniyetini dile getiriyor Sabiha Gökçen.

     Ancak okula yeni gelen hocayı hiç sevmediğinden, ona karşı isyan eder bir tavır takındıklarından da bahsediyor; “Bir gün Zehra ve ben hocaya karşı geldik. Hoca bizi kolumuzdan tuttuğu gibi sınıftan attı. ‘Hadi,’ dedi, ‘gidin bakayım.’

     Ağlayarak köşke koşturmuşlar, kendilerine şefkatle davranan Atatürk’ün odasına… Mustafa Kemal de başyaverini çağırtıp okula göndermiş. Sabiha Gökçen gerisini şöyle anlatıyor;

     “Başyaver beyi çağırtmış, doğru okula göndermiş ve durumu öğrenmiş. Sonra bizi tekrar odasına çağırdı ve dedi ki, ‘Siz büyük hata işlemişsiniz. Hocalara böyle yapılmaz. Daima onları sevmek, saygı duymak lazım. Onlar sizi yetiştirecekler. Şimdi okula gidip hocanızdan özür dileyeceksiniz ve elini öpeceksiniz.’ Biz de öyle yaptık. Bir daha olay çıkarmadık.”


     Kaynakça: Bana Atatürk’ü Anlattılar, Hıfzı Topuz         
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Yakup Kadri, Mustafa Kemal'in Yaşadıklarını Anlatıyor




Hıfzı Topuz, TRT’de yayınlanan ‘Her Hafta Bir Konuk’ adlı programını için yaptığı röportajları derlemiş “Bana Atatürk’ü Anlattılar” adlı kitabında. Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile de bir röportaj gerçekleştirmiş.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu I.Dünya Savaşı sırasında İsviçre’de bulunuyormuş. Üç buçuk sene sanatoryumda tedavi görmüş. Atatürk’ün ismini de ilk defa orada duymuş. Orada camlı vitrinler içinde afiş yapılan gazetelerde görmüş Çanakkale’deki başarılarını. İkdam Gazetesi’nin yazı işleri müdürlüğünü yapan Yakup Kadri, Enver Paşa’nın Mustafa Kemalle ilgili kendilerine de bir yasak getirildiğini şöyle anlatıyor:

“Harp zamanında, Birinci cihan Harbi zamanında, Çanakkale Muharebeleri’nde Kemal’den bahsedilmesin diye emir verilmişti. ‘Bu milletin zaferidir, milletin malıdır, falanın, filanın malı değildir’ diye Enver Paşa bu emri vermişti.”

Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal Yakup Kadri’yi Ankara’ya davet etmiş. Karşılıklı oturup konuşmuşlar. Daha sonra ‘İlke’ olacak fikirlerini anlatmış Mustafa Kemal.

Bilirsiniz, aydınlar toplumdan farklı düşünür. Toplumun önde gidenleri, yol göstericileri olarak da farklı düşünmek ve yeniliklere açık olmak zorundadır zaten. Aksi halde ‘Aydın’ olamazlar. Hıfzı Topuz’un şu sorularıyla dönemin aydınlarından sayılan Yakup Kadri dahi cumhuriyete bakış açısını itiraf etmiş.

“Siz hiç kendisi üzerinde etkileriniz olduğu kanısında mısınız?“

“Zannetmiyorum. Atatürk daima önde giden bir adamdı. Onunla karşı karşıya oturdum dedimse, fikren de karşı karşıya oturmadık yani. Atatürk daima bizden 30-40 sene öndeydi. Mesela itiraf ediyorum, ben cumhuriyetçi değildim. Böyle bir şey olacağım aklımdan geçirmezdim.“

"Ama Atatürk sizi inandırdı herhalde.”

“Evet, Atatürk yavaş yavaş herkesi inandırdı. Ben cumhuriyeti tercih etmiyor değildim, ediyordum ama o devirde, o acayip devirde halifelik vardı, bilmem ne vardı, bunlar ortadan nasıl kalkacak, bir türlü aklım etmezdi. Bize bütün cesareti veren Atatürk’ün otuz senelik önde gidişiydi. Atatürk bizi arkasından sürükledi.”


Aslında Yakup Kadri şahsında toplumun öncülerinin bir kısmının cumhuriyete bakışını bütünleştirebiliriz. Artık toplumun büyük çoğunluğunun bu konu hakkındaki düşüncesini ve Mustafa Kemal’in ne kadar büyük bir iş başardığını siz düşünün.

Aynı kitapta Falih Rıfkı Atay’ın  da çok önemli bir sözü var. Adeta mücadelenin savaşlardan sonra yaşandığını vurguluyor; “İzmir alındığı gün Gazi ölseydi cumhuriyet kurulamazdı.”

Yakup Kadri, Mustafa Kemal’in bu mücadelede ne kadar yalnız kaldığını şöyle anlatıyor;

“Atatürk’ün tek dostu yoktu dersem, inanır mısınız? Fakat Atatürk cumhurbaşkanı olduktan sonra bütün dünya onun dostu oldu. Oraya varıncaya kadar Atatürk’ün çektiklerini ben bilirim. Meclis aleyhindeydi. Çünkü meclisin yarısından fazlası ittihatçıydı. Demek ki Enver Paşa’cıydı…”

  Bu cümleleri "Atatürk çağının çok daha ilerisinde bir lider olduğu için yalnız kaldı" şeklinde yorumlamak bence pek de yanlış olmaz.

Kütahya’da ordumuzun yaşadığı bozgun günlerinde ordunun henüz başında olmamasına rağmen Atatürk’ün yaşadığı sıkıntıları şöyle dile getirmiş.

 “Fevzi Paşa Genelkurmay Başkanıydı. Atatürk her gece oraya gelir, bir küçük odada Fevzi Paşa’yla karşı karşıya, harita üzerinde askeri harekâtı izlerdi. Biz de ekseriya akşamları kendisini yalnız bırakmamak isterdik. Çünkü sabaha kadar telgraf başında harekâtı takip ederdi, aşağıda telgrafhane vardı. Subay gelir, daima saati saatine, şu şurada, bu burada diye kendisine durmadan bilgi verirdi. Atatürk de ‘Falan paşayı çağırın bana, filan paşayı çağırın,’ diye sahra telefonlarıyla emirler verirdi. Ara sıra da böyle ıstırap çeken bir adam gibi belini tutardı, o vakit böbrek hastalığı vardı Atatürk’ün. O arbedede böbrek hastalığı vardı. Sıkı bir tedavide bulunması lazım geldiği halde sabaha kadar orada otururdu. Doktorlar sıcak suya girsin demişler kendisine. Sıcak suya girmek için orada banyo yok. Tenekeden bir banyo yapmışlar, oraya yatırırlardı. iki-üç neferi vardı yanında. Zaten başka kimse yoktu. Neferler sıcak su yaparlar, getirirler, biraz açılırdı. Ondan sonra da meclise gidip laf anlatması lazım gelirdi.”

Mustafa Kemal ordunun başına geçtikten sonra Sakarya Zaferi gelmiş. Düşmanın yakıp yıkarak çekildiği köyleri Yakup Kadri tek tek dolaşarak notlar almış. Ve şöyle diyor Yakup Kadri;


“İşte Atatürk’ün o kıvranarak, memleket ıstırabıyla, memleketi kurtarma gayretiyle nasıl çalıştığı hep gözlerimin önündedir. O akşam eğer elimden gelseydi boynuna sarılıp, 'Bizi affet’ derdim.”
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.

Meslek Seçiminde Nelere Dikkat Etmeliyim?

      Bence mutluluğun en önemli koşullarından bir tanesi meslek seçimidir.Çünkü günümüzün büyük bölümünü iş yerinde ve çalışma arkadaşlarımızla geçiririz.Bir gün içinde annemizden, babamızdan, çocuklarımızdan daha çok çalışma arkadaşlarımızı görürüz.İşte bu noktada, kendimize göre, kaliteli bir mesleğe giden yolları belirlememiz gerekir.Ben de kendi kriterlerimi sizin için şu şekilde sıraladım ; 

1)Okuyun

    Düşün; bir bahar mevsiminde pazar sabahı kalkmışsın ve güzel bir kahvaltı yapacaksın.Önce gidip bakkaldan veya marketten ekmek ve birkaç parça kahvaltılık alacaksın.Ama evine yakın olan bakkala gitmek istemiyorsun.Neden mi? O suratsız adam moralini bozuyor.Sana karşı tek bir kötü lafı yok ama ne doğru düzgün selam alıyor ne de ilgileniyor.Daha uzaktaki bakkal da ucuz değil ama hiç olmazsa başka isteğinin olup olmadığını soruyor,güler yüzlü...
    İşte siz de, bir bakkal açmaya karar verirseniz, evinden daha uzak bakkallara yürütmeyin insanları. Galiba bunun sırrı da okumakta. Bakkal da olsanız, manav da olsanız okumakta... Çözüm; mesleğin ne olursa olsun iletişim okumakta,insan ilişkileri okumakta, Doğan Cüceloğlu, Üstün Dökmen okumakta…

2)İlgi Duyduğun Mesleğe Yönel

    Güzel meslek yoktur, kişiye göre meslek vardır.Bir kişi doktorluğa “İnsanların hayatını kurtarabildiğin mükemmel bir meslek.” gözüyle bakarken başka birisi “Ben insanların hastalıklarıyla mı uğraşacağım?” diye bakabilir.Hakkında bir mesleğe yönelmenle alakalı tecrübeli insanların söylediklerini baskı olarak değil, ciddiyetle incelenmesi gereken tavsiyeler olarak değerlendir.Yoksa bütün bir ömrü; sabah işe giderken, iş yerindeyken veya akşam eve dönerken ağız dolusu küfürle geçirebilirsin.

   Size güzel bir örnek vereyim; Avukatlık ve pilotluk güzel mesleklerdir değil mi? Statüsü vardır, geliri güzeldir vs. Ancak bu işleri yapan Özlem Dilara ve Vahap Şatır çifti bu meslekleri bırakıp çiftçi olmaya karar vermişler. Onlar için mutluluk demek ki toprakta, tarımda.. Detaylı bilgiyi aşağıdaki linkte bulabilirsiniz.
http://www.haberler.com/avukatlik-pilotluk-yaparken-isi-biraktilar-simdi-8163547-haberi/

3)Cevapla ; Ben İşveren Olsam Beni İşe Alır Mıyım ?

    Şirketine bir personel alacaksın.Duyurmuşsun ilanını etrafa.Başvuruda bulunan iki özgeçmiş elinde duruyor.İkisi de aynı okuldan mezun.Bir tanesi bu okul dışında hiçbir nitelik eklememişken kendisine diğeri İngilizce kursuna gitmiş, bilgisayar kursuna gitmiş, sertifikalar almış, ehliyet almış…İşveren olarak diyorsun ki “ Aynı ücreti vererek neden niteliksiz olanı işe alayım?Hem belli ki diğeri çalışmayı da seviyor.”
    Herhalde hiçbir işveren şirketinin batmasını istemez.Sen de istemezsin.Onun için sen de kendine tercih edilebileceğin bir personel nitelikleri kazandır.Kısacası nitelikli insan ol.Yatırımlarınızı kendinize yapın, kendinizi geliştirin ki tercih edilme sebebinizi arttırın.

4)Aileni Düşün

     Aile bireyleri senin suratını hangi zaman diliminde görebilecek? Ailenle birlikte geçirebileceğin haftalık, yıllık tatilin olacak mı ? Bu sorulara da olumlu cevap verebilmesi gerekiyor bulacağın mesleğin.Ama ailen senin suratını görmeye dayanamıyorsa bir gece işi bul derim. Gündüzleri uyursun zaten ;) Yazımın 8.maddesinde aileyle zaman geçirmeye dair güzel bir örnek vereceğim.

5)Yeteneklerini Gözönüne Bulundur

     Yeteneklerin konusunda gerçekleri kabul et.Sen evde şarkı söylerken annen bile seni terlikle kovalıyorsa, birilerinin gazına gelip, Türkiye’nin yeteneği olacağım diye milyonların önüne atma kendini.Tabi bu uç bir örnek oldu.Her konuda başarılı olacağız diye bir şey yok.Önemli olan hangi konuda iyi olduğumuzu keşfetmemiz ve o yönümüzü geliştirmemizdir.Bu Mantıksal zeka, dilsel zeka, görsel zeka,müziksel zeka,sosyal zeka vs. olabilir.

6)Ahlaklı Davran

      Elbette bir tanıdığın aracılığıyla iş sahibi olabilirsin ancak bir sınavla veya eleme usulü ile işe alımlarda adam kayırma, torpil, rüşvet gibi şeylere başvurduğunu duymayayım :) Bırak o işi hakkıyla yapabilecek olan yapsın.”Ama ben yapmasam başkası rüşvet verip o işe sahip olacak.” gibi saçma bir düşünceye sahip olmadığını da biliyorum.Bu düşünce seni hiçbir zaman haklı çıkarmaz.Birileri hırsızlık yapıyor diye hırsızlık da yapmıyoruz değil mi?Hakimin karşısına çıkınca mantıklı (!) savunmamız hazır olurdu ; “Ama o da çaldı.” :)
     Kısacası bir ömür boyunca alacağımız maaşı hak etmeliyiz.  


7)Maaş da Önemlidir


    Siz bakmayın bazılarının "Meslek seçerken gelirine bakma" diyene. Bu mesleğin ne kadar gelir elde ettiğini de detaylı araştırın. Hatta gelecekte neler vaad ettiğini bile araştırabilirsiniz. Sonuçta geleceğe yönelik planlarınız, umutlarınız, hayalleriniz olacak. Bunların da gerçekleşmesi elbette maddi bir gelirin olmasıyla mümkündür.

8)Tercih Edilmeyin, Tercih Edin

   Keşke meslek tercihinde kaygımız "Acaba bir işe girebilecek miyim?" yerine "Acaba hangi mesleği yapsam?" olsaydı. Kulağa ne kadar güzel geliyor değil mi? Ancak bu imkana sadece çok çalışanlar ulaşacaktır. İşte onlardan biri beni gece gece aradı;
-Aloo, dostum hala karar veremedim, napayım ben ?
     Onu bu güzel çaresizliğe iten başvurduğu bütün mesleklere girebilme imkanı. Şöyle anlatayım; 
Akdeniz Üniversitesi Tıp Bilişimi konusunda başvurusu kabul edildi, kendisine derslere de girebileceği kadro açıldı. Bir bankanın müfettişlik sınavına girdi, başarılı oldu. THY'nin pilotluk sınavına girdi kazandı.
    İşte artık işveren değil, başvuran olarak kendisi bir tercih yapacak. Ne kadar güzel bir zorluk değil mi?  Böyle bir durumda eminim büyük çoğunluk pilotluğu tercih ederdi. Ama 4.maddede bahsettiğimiz gibi aile önemlidir. Ailesiyle daha fazla vakit geçirebilmek için de bu arkadaşım banka müfettişliğinde karar kıldı.  
    
Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilirsiniz.